Seçmen Davranışı Çalışmaları



Emre Erdoğan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü


Tuğçe Erçetin: Merhaba, “Seçmen ne ister?” podcast serisine hoş geldiniz. Bu serimizde farklı disiplinlerden akademisyenlerle seçmen davranışını hem farklı konularla hem de güncel tartışmalar ile ele alacağız. Bugün İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Emre Erdoğan ile başlıyoruz. Hocam hoş geldiniz.

Emre Erdoğan: Merhabalar hoş bulduk.

T.E: Hocam bugün sizinle ‘Seçmen Davranışı Çalışmalarını’ konuşacağız. İsterseniz öncelikle seçmen davranışı nedir? Sorusuyla başlayalım. Biz seçmen davranışından ne anlamalıyız hocam?

E.E: Aslında seçmenin tek bir davranışı yok, burada farklı farklı davranışlardan bahsedebiliriz. Örneğin, seçmenin bir seçimde oy kullanıp kullanmama kararı da bir seçmen davranışıdır ve Siyaset Bilimi’nde de kayda değer oranda araştırılan bir konudur. Çok ilginç sonuçlara ulaşılabilir. Başka ülkelerde seçmen olmak için kaydolup olamamak vesaire gibi konular da seçmen davranışı içerisinde değerlendirilir. Ama bizim burada seçmen davranışından kastımız aslında seçmen nasıl ve kime oy veriyor? Buradan seçmen davranışı diye bir genelleme yapıyoruz ama diğer konular da küçümseyecek konular değil. Özellikle sandığa kimin gitmediği sadece Türkiye'de değil, başka ülkelerde de sandığa gitme oranlarının %60 - %65 civarında olduğu ülkelerde ya da daha düşük olduğu ülkelerde çok ilginç bir araştırma konusu. Dolayısıyla şöyle söyleyebiliriz seçmen davranışı; genelde seçmenin seçim döneminde ne yaptıklarıyla ilişkili olsa da özelde hangi partiye ya da adaya neden oy verdiğini anlama çalışmasıdır diyebiliriz.

T.E: Peki, hocam seçmenin oy verme davranışının sırrı çözüldü mü?

E.E: Henüz çözülmedi. Elimizde bir dizi farklı açıklama var. Bunlar zaman zaman kesişiyorlar, zaman zaman ayrışıyorlar ama şunu biliyoruz; tek boyutlu değil ve seçmen farklı faktörlerin etkisiyle farklı kararlar verebiliyor. Üstüne üstlük burada bir tür özcülük de yapmamız çok kolay değil. Yani bütün dünyada seçmenlerin nasıl oy verdiğini açıklayacak bir formül yok. Çünkü seçmenin oy vermesi kadar hangi koşullar altında oy verdiği de çok önemli. Tam bir demokraside ideal bir demokraside seçmenin oy vermesi ile kısıtlı bir demokraside oy vermesi arasında çok çok büyük farklar var. Dolayısıyla davranışlar da değişebiliyor. Bu yüzden aslında seçmen davranışı dediğimizde her zaman ülkeler arasındaki farklılıkları, kurumlar arası farklılıkları düşünmemiz ve bunları da değerlendirme içerisinde tutmamız lazım ama seçmenin sırrı henüz çözülmüş değil, daha çok yolumuz var gibi gözüküyor.

T.E: Hocam siz farklı faktörlerin seçmen davranışı üzerindeki etkisinden bahsettiniz belki buradan devam edebiliriz. O zaman seçmen davranışını açıklamaya yönelik hangi ekollerden bahsedebiliriz?

E.E: Birden fazla ekol var. Bunlar aslında tarihsel olarak birbirlerini de takip ediyorlar. Burada bir noktanın altını çizmekte fayda var. Bu teorilerin birçoğu, yaklaşımların birçoğu Amerika Birleşik Devletleri'nde geliştirildi ve dünyanın geri kalanına da oradan ihraç edildi. Dolayısıyla burada da belki bir kültürel taraflılık söz konusu olabilir, bu itirazı alalım. 

Eskiden, en eskiden diyelim, modern demokrasi 19. yüzyıldan itibaren çalışmaya başladığında seçmenlerin etrafındaki insanların etkisiyle oy verdiğini düşünülüyordu. Yani, Amerika Birleşik Devletleri özelinde konuşacak olursak, çeşitli etnik ya da benzeri ilişkilerin merkezinde olan seçim ağları, etraflarındaki seçmenleri, belli partileri ya da adaylara oy vermeye yönlendiriliyordu. Buna bir tür patron-müşteri ilişkisi de deniyordu. Bunlar seçim patronları olarak, bu oylar karşısında da bir şeyler dağıtılıyordu. Bunu merak eden kişiler için New York Çeteleri adlı filme bakarlarsa orada bunun biraz izini görebilirler. 

Daha sonra kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle beraber iletişim kampanyalarının önemi ön plana çıkmaya başladı. 20. yüzyılın başında iletişimin kitleselleşmesi, üretimin kitleselleşmesi ve tüketimin kitleselleşmesi sonucunda kampanyaların etkili olduğunu düşünmeye başladılar. Burada da yine Amerika Birleşik Devletleri özelinde konuşacak olursak, Roosevelt’in yaptığı radyo konuşmalarından her zaman bahsedilir, çok etkili olduğunu söylerler. Bu dönemde New York'ta Columbia Üniversitesi'nde yerleşik bir grup akademisyen bu meseleyi araştırmaya başladılar. Reklam kampanyaları nasıl etkiliyor, ne kadar etkiliyor? Bir önceki yaklaşımda insanların oy verme davranışını belirleyen şey; sahip oldukları kabile ilişkileri, teknik ilişkiler vesaireydi. Şimdi bu dönemde yani bu bahsettiğim özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde reklam kampanyalarının etkisi ölçülmeye başlandı. “Nasıl bir deterjan pazarlanıp insanları satın almaya ikna etmek mümkünse” diyorlardı, o zaman farklı kampanya araçlarını kullanarak insanları ikna edebiliriz”. Bu da uzun bir süre egemenliğini sürdürdü bu yaklaşım. 1950’ler de yine meraklısı için “Mad Men” adlı dizide anlatılan şekildeki o reklamcılar siyaset işine de karıştılar ama mesele oradan çıkmadı. Çünkü yapılan bazı çalışmalar seçmenlerin kampanyalara karşı duyarsız olduğunu gösterdiler. Yani bakıldığı zaman herhangi bir seçime giderken seçmenlerin büyük çoğunluğunun çoktan karar verdiği ve bunu da birtakım tarihsel faktörlerin etkisiyle yaptığı söylendi. 

Bu da sayacağımız üçüncül yaklaşım olabilir. Bu da Michigan Üniversitesi etrafındaki bir gruptu. Biz buna seçmen konisi ya da seçmen davranışı hunisi diyoruz. Geniş bir koni düşünelim, geniş tabanı var ucu da daracık bunu belirleyen faktörlerin en önemlisi bazı tarihsel kırılmalar. Tarihsel kırılmalar bu siyahi-beyaz çatışması olabilir, sınıfsal çatışma olabilir ve benzeri tarihsel çatışmalar insanları bir yere konumlandırıyor. Daha sonra sosyalizasyon geliyor. Nasıl bir ortamda büyüdüğünüz, kimlerle arkadaş olduğunuz, yaşadığınız şehrin nasıl bir şehir olduğu, huni gittikçe daralıyor. Bundan sonra şeyler geliyor, bazı kısa vadeli konular geliyor. Partilerin adayları ya da ekonomik krizler ya da bu alandaki bir siyasi kriz varsa odur. Biraz daha ilerledikten sonra aday kimliği gibi faktörler geliyor. En sonunda da çok küçük bir yerde de reklam kampanyalarının izi kalıyor. Böyle bir huninin zemini darlaşıyor. Aslında bu ekole bakıldığında en önemli belirleyici insanların hangi partiye ne aidiyet kurdukları. Bir insanın hangi partiye oy vereceğini anlamak için sorulan soru şu oluyor, “hangi partiye kendinizi yakın hissediyorsunuz?”, bu da çok geçerli bir açıklama olarak söylenebilir. 

Bu açıklamaya da itirazlar geldi. Çünkü resim böyle sergilediğiniz zaman karşınızda şöyle bir sonuçla karşılaşıyorsunuz. Eninde sonunda siz bir tarihin unsurusunuz. Yani sizin kime oy vereceğinize büyük oranda tarih karar veriyor. Hangi sınıfa dahil olduğunuz, hangi etnik kökene sahip olduğunuz, bütün bunlar bir araya geldiğinde sizin iradenizin çok etkisi kalmıyor. Tam da 1950’lerin sonu 60’ların başında yaşanmakta olan akılcılaşma ve devrimi buna bir reaksiyon veriyor. Akılcılaşma daha çok Ekonomi’den Siyaset Bilimi’ne geçmiş ve 19. yüzyılın mantığıyla yürüyen bir şey “insan ne için yaşar?” Kendi çıkarlarını maksimize etmek için yaşar; her türlü kararımız kendi çıkarlarımızı maksimize etmek için alınır diye bir iddiası var. Peki, bir ekmek alırken bunu maksimize etmek isteriz. Nedir? En iyi ekmeği en ucuza almak isteriz. Peki, siyasette ne olacak? Siyasette nasıl bir çıkar maksimizasyonuna gideceğiz? Burada da farklı açıklamalar var ama hepsi seçmenin sonuçta rasyonel yani akılcı olduğu iddiasına dayanıyor. Pekiyi seçmenin akılcılığından ne anlıyoruz? Burada da ayrışmalar var. 

Bunların en basiti maddi durum. Diyorlar ki seçmenin cebine para girerse seçmen iktidar partisine oy verir. Aslında birçok makro düzeydeki çalışma bunu gösteriyor. Gerçekten de dünyanın farklı yerlerinde yapılan çalışmalar ülkede ekonomik büyüme var ise seçmenin iktidar partisine oy vermeye eğilimli olduğunu söylüyor. Bir adım daha ileriye gidiyorlar, seçmen cebine bakmaz, ülkenin durumuna bakar diyorlar. Buna da diğerkam ya da sosyotropik oy verme davranışı diyoruz. Bu da doğru. İnsanlar sadece kendi ceplerine ne girdiğine bakmıyorlar, ülkenin durumunun gidişatına da bakıyor. Bu da çok makul geçerli bir anlayış. 

Buraya hemen itiraz geliyor ya şimdi bu ekonominin gidişatını anlamak çok kolay değil ve insanlar sadece ekonomik çıkarlara sahip değildir. Örneğin benim istediğim politikaların güdülmesi de bir tür çıkardır. Ben bir ebeveyn olarak okula, iyi eğitime bedava erişmeyi tercih ederim ve bu da benim çıkarım. Neden bu çıkarları göz önünde tutmuyoruz diyelim, bu da bize konu bazlı oy vermeyi getiriyor. Yani seçmenin çıkarı sadece para değil, çeşitli konulardaki tutumu da oluyor. Şimdi seçmen rasyonel ya akılcı ya şöyle bir hesap yaptığını düşünüyor. Benim için önemli konular var. O konularda çeşitli pozisyonlarım var. Partilerin ya da adayların her birinin de o konularda pozisyonları var. Ben kendi konumumla parti konumu arasındaki mesafeyi ölçüyorum. Sonra konunun benim için ağırlığı kadar çarpıyorum, topluyorum her bir parti oy vermenin bana sağladığı faydayı hesaplayabiliyorum. Çok rasyonel bir şekilde ve bunların arasında da bana en fazla faydayı sağlayacak partiye oy veriyorum. Karmaşık bir işlem. Yapılıyor mu? Yapılamıyor. 

Yapılamadığı için de akılcı oy verme davranışı içerisinden konuşanlar başka bir çözüm üretiyorlar: “sınırlı akılcılık”. Bunu da o dönemin ünlü düşünürlerinden çok disiplinli Herbert Simon’a biraz borçluyuz. Her şeyi bilmek mümkün değil, sınırlı bilgiyle davranırız. O zaman ne yapacağız? Kısa yol kullanacağız. O da bir partinin herhangi bir konuda benim çıkarıma hizmet edip etmeyeceğini anlamak için çeşitli kısa yollar vardır. Bu kısa yolların da en geçerlisi ideolojidir. Çünkü sağcı bir partinin ne yapacağı hakkında fikrim olur; solcu bir partinin ne yapacağı hakkında fikrim olur. Dolayısıyla kimin ne yapacağı hakkında fikrim olduğu için tercihimi daha doğru bir şekilde yaparım. Bütün bilgi setine ihtiyacın yok, sınırlı bir bilgi setine ihtiyacım var. Bu da önemli bir şey, ideolojiler bir tür kısa yol olarak işe yarıyorlar. Bu arada mutlaka anılması gereken kişi Anthony Downs, “Demokrasinin Bir Ekonomik Teorisi” adlı bir kitabı 1950’lerin sonunda yayınlandı. Bir baş eserdir; çok kıymetli bir çalışmadır. Orada zaten hayatın çok karmaşık olduğunu, ideolojinin bir kısa yol olarak kullanılabileceğini çok açıkça yazıyor. Bu daha sonra yeniden keşfedilmiş durumda. 

Son geldiğimiz noktayı söyleyelim. Özellikle zihinbilimde yaşanan gelişmeler ve bilişsel psikolojinin gelişmesi bize şunu gösterdi ki biz o kadar zeki değiliz. İnsanoğlu olarak bu gürültü bu şamata içerisinde bütün bu bilgileri süzmemiz değerlendirmemiz mümkün değil. Dolayısıyla biz hızlı düşünüyoruz. Hızlı düşünürken de kısa yollara başvuruyoruz. Tek kısa yol ideoloji değil; çok sayıda kısa yol var ama kısa yollar hata yaptırıyor. Dolayısıyla insan beyni kendisi için en iyi kararı vermeye tasarlanmış değil. En hızlı şekilde karar verme tasarlanmış durumda. Hızlı karar vermek; hatalı kararlar vermeye de yol açıyor. Bu zaten seçmenin rasyonelliği iddiasının altını boşaltıyor. Eğer biz hatalı karar veriyorsak düşünüp taşınıp, düşünmeye taşınmaya güvenemeyiz. O zaman neler devreye giriyor? İpuçları devreye giriyor, kısa yollar devreye giriyor. Biraz önce bahsettiğim gibi ideoloji bir ipucu olabilir ama esas ipuçları örneğin adayın kişiliği. Yani bir adayın bıyıklı olup olmaması bize hangi partinin ne yapacağı hakkında fikir verebilir. Kılık kıyafeti, saç tıraşı, şivesinin olup olmaması, bütün bunlar ipucuna dönüşebilir. Başka ipuçları olabilir. Mesela adaydan bahsediyoruz, adayın ne olduğu önemli değil. “O partidense” diyebiliriz. “O partinin adayı böyle davranır” diyebiliriz ama bu en son geldiğimiz noktada biz duyguları çok önemsiyoruz. Duygular yani bir adayı sevip sevmememiz o odayı belirleyip o adayı seçip seçmeyeceğimizi belirleyen bir faktör haline dönüşüyor. Bu da neden böyle oluyor? Çünkü zihin biliminde özellikle Damasio’nun bize öğrettikleri duyguların geleceği öngörmekte çok işlevli olduğunu gösteriyorlar. Başımıza bir şey gelecekse bir sıkıntıyla karşılaşacaksak duygular önceden devreye girip bize bunun uyarısını yapıyorlar. Sonuç olarak, şu anda geldiğimiz nokta, yani Siyaset Bilimi’nde duygusal seçmeni kabul etmiş durumdayız. Duygusal olmak kötü bir şey değil. Hatta akıllı olabilmek için duygulara ihtiyaç var diyoruz. Ama sonuç olarak bir kişinin kararına baktığımızda bütün bu faktörlerin aile ilişkilerinin, pazarlama kampanyalarının, tarihsel süreçlerin, akıl hesaplarının ve en önemlisi duyguların bir arada olduğunu ve bunların bir bileşimiyle bu kararı verdiğimizi söylemek lazım. Henüz herhangi biri egemen paradigmaya dönüşmüş durum değil.

T.E: Hocam, siz aslında farklı yaklaşımlardan bahsettiniz bir yandan da seçmen rasyonelitesi tartışması, seçimlere doğru giden Türkiye için de kritik önemde. Bu doğrultuda, aslında size bir soru daha sormak istiyorum, sizce Türkiye'de bahsettiğiniz ekollerden hangisi geçerli?

E.E: Çok katmanlı bir konu, çünkü hepsi bir arada. Yani biz Türkiye'de seçmen davranışı üzerinde çalışılmaya başladığı günden beri akrabalık, hemşerilik ağlarının, “clientelism”in etkili olduğunu söylüyoruz. Bunlar 1950’lerden itibaren var olan mekanizmalardır. Öteki taraftan bütün makro çalışmalarımız, bütün dediğim üç dört tane, bize net olarak ülkedeki ekonomik gidişatın da belirleyicisi olduğunu söylüyor. Ekonomi kötüye giderken bir iktidarın seçimi kazanması çok kolay değil. Bununla birlikte reklam kampanyalarının da etkisi var. Bunu da 2002’deki Genç Parti tarihsel konjonktürün gözünü tutarak akılda tutmakta fayda var, bize gösterdi. Öte yandan tarihsel kırılmaların burada sık sık geri duyabileceğimiz çevre-merkez ilişkisinin, etnisitenin, Türk-Kürt ayrımının vs. bütün hepsinin devrede olduğunu gösteriyor bize ve tabi ki duygular bize geçen seçimlerde çok gördük ki öfkelenmek ya da umutsuzluğa katılmak, seçmenlerin çok net davranışını belirliyor. Kısaca cevap vermek gerekirse hepsi bir arada katman katman belirleyici oluyorlar.

T.E: Emre Hocam, aydınlatıcı ve keyifli sohbetiniz için çok teşekkür ederiz.

E.E: Ben çok teşekkür ederim, iyi çalışmalar diliyorum.

T.E: “Seçmen ne ister?” serimizin bu bölümünü şimdilik sonlandırıyoruz. 

Yeni konuklarımızla ve diğer bölümlerle devam edeceğiz. Herkese iyi günler dileriz.


Meraklısına Önerilen Okumalar:

Damasio, A. R. (1999) Descartes’ in yanılgısı. Varlık Yayınları: İstanbul.

Downs, A. (1957). An economic theory of democracy. Harper and Row, 28.

Erdoğan, E. (2015) Seçmen Ne İster?,  https://medium.com/@urbanhobbit/seçmen-ne-ister-32ed19b5a7f4

Mahsud, N. H. K., & Amin, H. (2020) Theoretical approaches to the study of voting behaviour: A comparative analysis. sjesr, 3(3), 65-73.