Konu Bazlı Oy Verme Davranışı
Mert Moral, Sabancı Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Tuğçe Erçetin: Merhaba, ben Tuğçe Erçetin. "Seçmen Ne İster?" podcast serimize hoş geldiniz. Serimize Sabancı Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Programı'ndan Mert Moral ile devam ediyoruz. Hoş geldiniz.
Mert Moral: Hoş bulduk, Tuğçe Hocam.
T.E: Mert Hocam, bildiğiniz gibi sizinle bugün "Konu Temelli Oy Verme" konusunu konuşacağız. İsterseniz öncelikle “konu temelli oy verme ne demektir” sorusu ile başlayalım. Konu temelli oy verme denildiğinde ne anlamamız gerekiyor?
M.M: Vallahi, oy verme davranışı konusunu iki hatta belki üç farklı perspektiften değerlendiren bir literatür mevcut. Konunun ilk ortaya çıkışı önce 1929’da (Hotelling 1929), daha sonra asıl kitap 1957’de yayımlanıyor (Downs 1957). Duncan Black’in daha geçmiş tarihli bir çalışması daha var ortanca seçmen teoremi konusunda (Black 1948).
Mekânsal oy verme davranışı diye tabir edilen, yabancı literatürde "spatial theory" diye adlandırılan ve bugün Rochester ekolü ile özdeşleştirilen, Anthony Downs’un geliştirdiği bir ideolojik oy verme modeli mevcut. Bu aslında çok basit bir model: İki tane siyasi parti veya adayı var. Bunlar seçmenle aynı ideolojik eksende konumlandırılıyorlar ve seçmenler kendilerine en yakın partiye oy veriyorlar. Şimdi burada bahsedilen ideoloji -ki Downs’ın kitabında böyle tanımlanır- hükümet eden parti ve alternatifi olan partinin iktisaden, yani ekonomik sol-sağ dediğimiz eksende, hükümetin ekonominin gidişatına (yani piyasaya) ne ölçüde müdahil olması gerektiğine bağlı olarak belirlenen ve bu eksenin sol tarafında veya liberal tarafında, bugün için Amerika'dan bahsettiğimizde Demokratların yer aldığı, daha sağında ise Cumhuriyetçilerin yer aldığı yani ekonomik muhafazakarlık, ekseni.
Seçmenlerin kendilerinin tercih ettikleri hükümetin ekonomiye müdahil olma seviyesine bağlı olarak iki partinin (temsilci) adaylarını veya başkan adaylarını yahut partilerin kendilerini konumlandırıp, kendilerine en yakın buldukları partiye oy verdikleri varsayımıyla ilerleniyor. Bu varsayımın sonucunda da ortaya işte o çok iyi bildiğimiz "ortanca seçmen kuramı" ortaya çıkıyor. Niye? Çünkü seçmenlerin dağılımının en yoğun olduğu bölge bu eksenin merkezi. Partiler, seçmen davranışını öngörerek veya bunun sonuçlarını gözlemleyerek merkeze doğru yaklaşıyorlar.
Fakat, daha sonra başka siyasa alanları veya konular incelenmeye başlanıp da bunların seçmen davranışına etkileri incelendiğinde ortaya çıkıyor ki: Bir, her konu aynı ölçüde önemli değil. İki, bu ideoloji dediğimiz "süper konu" -diğer konuların bir toplamı olarak değerlendirilebilecek bir şey- genellikle diğerlerine nazaran oy verme davranışı açısından daha etkili. Üç, ekonomik oy verme davranışı -eminim buna dair de bir podcastiniz vardır- dediğimiz kurama göre bu konulardan en önemlisinin genellikle iktisat olduğu ortaya çıkıyor. Yani, seçmen kendi cebine giren parayı ya da memleketinin birtakım makro ekonomik göstergelerini -işte işsizlik olabilir bu, enflasyon olabilir- değerlendirerek bir oy tercihi yapıyor.
Yani, konu temelli oy verme davranışında birtakım varsayımlar yapılmak durumunda. O varsayımlar da işin doğrusu çok kolay yenilir yutulur, öne sürülebilir, varsayımlar değiller. Nedir onlar? Birincisi, seçmen hükümet eden partinin yahut iktidardaki partinin performansını geriye dönük olarak, retrospektif olarak bir değerlendirme kabiliyetine haiz olmalı. O ne demek? İktidardaki partinin geçmiş icraatlarını iyi ya da kötü olarak değerlendirilebilmeli ki o partiyi ve diğerlerini yani iktidar olmaya namzet alternatifleri aynı skalada değerlendirebilsin. Daha sonra bu farkları ortaya çıkardıktan sonra, bu farklara binaen kendi çıkarının hangi partinin yahut adayın iktidara gelmesi durumunda en yüksek olduğunu bilmesi gerekiyor. Ondan sonra da bunları bir, hesap-kitap halinde, toplama getirerek, hangi partinin iktidar olması durumunda kendisinin bundan en yüksek çıkarı sağladığını hesaplıyor.
Şimdi bir kere çıkar kelimesini burada özellikle kullanıyorum çünkü bir maliyet, bir kâr-zarar hesabı var işin içinde. Bu kâr-zarar hesabı, bir rasyonalite varsayımı gerektiriyor. Bu konularla çok ilgili olan hocaların dahi ilk etapta karşı çıktığı şey de seçmenler rasyonel midir sorusu... Pek tabii, bizim anladığımız itibariyle seçmenler ya da her seçmen rasyonel değil. Öte yandan, buradaki varsayıma göre evet, her seçmen rasyonel. Her seçmen kendi kısıtlı veya geniş bilgisi dahilinde, kendi algıları temelinde, kendisi için en iyi olduğunu düşündüğü kararı veriyor.
Bu konu temelli oy verme davranışında -örneğin, kendisinin en öncelediği konu neyse, dediğim gibi iktisat olabilir bu, mesela bugün çok konuşulan hak ve özgürlükler konusu olabilir, demokratik yönetişim olabilir- çeşitli alanlarda kendisine en yakın gördüğü partiye oy vererek, kendisinin seçimden elde edeceği çıkarı en azamiye çıkarmaya, maksimize etmeye çalışıyor. Dolayısıyla böyle düşündüğünüzde, en basit itibariyle alışveriş yapmak için bir market seçerken “ya bu mal bu markette daha iyi veya daha ucuz veya ikisi birden” deyip, elli adım fazla yürüyüp ikinci bir markete gitme rasyonalitesi ile buradaki rasyonalite arasında bir fark yok. Dolayısıyla, bunun bir varsayım olduğunu da göz önüne aldığımızda, aslında anlaması da öne sürmesi çok zor değil bahsedilen rasyonalite varsayımını.
Tabii ki, bütün seçmenler aynı derecede bilgili değiller; tabii ki, bütün seçmenler aynı konuları öncelemiyorlar; tabii ki, bütün seçmenler oy tercihlerini belirlerken her bir partiyi eşit derecede veya aynı derecede beğenmiyorlar, değerlendirmiyorlar veya kale almıyorlar. Öte yandan, bu varsayımı yaptığımız takdirde şu sonuca ulaşabiliyoruz: kendi algısı ve değerlendirmesi özelinde her seçmen kendince en faydalı bulduğu, kendisine en yüksek ölçüde fayda sağlayan partiye oy veriyor. Dolayısıyla, işin doğrusu, bu perspektiften baktığınızda o rasyonalite varsayımı da çok zor bir varsayım yahut çalışmayacak bir varsayım, nasıl diyoruz, çok talepkâr bir varsayım değil. Bu anlamda konu temelli oy verme davranışı, toparlamak gerekirse, Rochester ekolü dediğimiz ekolde uzun yıllardır çalışılagelen bir alan olarak, birçok ülkede seçmenlerin hangi partilere hangi saiklerle oy verdiğini açıklamaya gayret eden bir kuramsal çerçevedir diyebilirim.
T.E: Aslında çok önemli birkaç vurgunuz vardı. Türkiye'ye gelmeden önce belki bu kısmı biraz daha açabiliriz diye düşündüm. Seçmen kendi algıları temelinde oy veriyor ve aslında seçimden elde edeceği çıkarı değerlendirerek en önemli bulduğu konu temelinde bir değerlendirmede bulunuyor. Tabii, burada belki biraz konu temelli oy vermenin seçmen davranışı üzerindeki etkisini açabiliriz veya kırınımlar gerçekleşebilir mi konu temelli önceliklendirmelerde veya gerçekleşebilirse nasıl olabilir?
M.M: Biz konu temelli oy vermeyi çalışırken, biraz evvel işte Downs’un modelinden bahsetmiştim, bir ikinci model daha var, onu söylemeyi atladım. Şimdi fark ettim, o da directional, yönelimsel diye geçiyor yanlış bilmiyorsam, oy verme teorisi.
Burada Downs’un modelinden farklı olarak seçmen kendisine en yakın partiye oy vermiyor. Bu "yönelimsel konu" ne demek? Şu demek: bir konu ya da siyasa konusunda bir anti bir de pro taraf olması, yani bir onun karşıtı, bir de onu destekleyen iki görüş olduğu varsayımıyla hareket ettiğimizde, bunu işte mesela sol-sağ/ideoloji gibi düşündüğünüzde ortanca seçmene veya bir skalanın ortanca noktasına göre sağ tarafta kalanlar daha sağ görüşe yakın olanlar, sol tarafta kalanlar ise daha sol görüşe yakın olanlar... Yani, bunu biraz evvel söylediğim ekonomik sol-sağ üzerinden düşündüğünüzde, hükümetin piyasaya müdahil olmasını savunanlar veya savunmayanlar olarak bölebilirsiniz. Fakat, her konu böyle değil. Birazdan geleceğim buna da.
Rabinowitz ve Macdonald’ın yönelimsel teorisinde (1989) şöyle bir şey var: Diyorlar ki; seçmenler kendileriyle aynı tarafta olan adaylar veya partiler arasından, bu konuyu en yoğun olarak dile getiren, kendi pozisyonu en kuvvetli olan partiyi seçerler. O zaman ne oluyor? Mesela işte kendi ülkemizden bir örnek verelim: Adalet ve Kalkınma Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Deva Partisi, Gelecek Partisi, İyi Parti... Bunların hepsi sağ partiler. Fakat, seçmenler bu sağ partiler arasından bahsi geçen konudaki en yoğun, en sert, en -doğru kullanmamakla beraber, anlaşılsın diye söylüyorum- polarize, en ekstrem adayı seçme temayülündeler. Bunun bir istisnası var, o da şu: Seçmenden seçmene değiştiğini iddia ediyor, Rabinowitz ve Macdonald- fakat bunu analizlerine dahil etmiyorlar- bir tercih alanı var. Buna "region of acceptability" deniyor: kabul edilebilme alanı. En ekstrem partiye oy vermeyebiliyor seçmenler, özellikle daha merkeze yakınlarsa; fakat kendi belirledikleri “bana bu partinin politikaları, siyasa önerileri fazlaca ekstrem geliyor” diye çizdiği sınırlar içerisinde kalan partilere oy veriyor. Yani, örneğin, MHP’yi çok ekstrem mi buluyor Türk milliyetçiliği hususunda? Onu dışarıda bırakıp MHP ile AK Parti arasında bir yerde çiziyor bu alanı ve gidip AK Parti'ye oy veriyor gibi...
Şimdi seçmen davranışı hususunda hangi konular önemli? O, işin doğrusu, bizim ekonometrik yöntemlere başvurarak cevap verdiğimiz bir soru. Çünkü her seçmen için aynı konular aynı ölçüde önemli değil pek tabii. Biz mesela saha çalışmalarında, “sizce Türkiye'nin geçtiğimiz on iki aydaki en önemli sorunu nedir” diye soruyoruz. Fakat, daha sonra seçmenlerin, anketleri yanıtlayan deneklerin, katılımcıların, kendi pozisyonlarını sorduğumuzda ve partileri nasıl konumlandırdığını sorduğumuzda ve bunları kullanarak çok terimli regresyon analizleri yaptığımızda ortaya çıkan netice şu ki, insanlar yalnızca o en önemli buldukları konu temelinde oy veriyor değiller. Başka konuları da dikkate alıyorlar. Biraz evvel söylediğim gibi, bunun sonunda bir toplam kar-zarar hesabı yaparak, bir maliyet hesabı yaparak, kendilerine en yakın gördükleri partiye oy veriyorlar. Bu "en yakın parti" mekânsal olarak kendilerinin talep ettikleri siyasa çözümlerini sunan parti de olabilir, bu anlamda kendilerine yakın buldukları partidir; olmayabilir de. İlgili konudaki konumu en yoğun, en kuvvetli parti de olabilir. Burada derdimiz Ali Bey, Fatma Hanım kime oy veriyordan ziyade, hangi siyasalar o seçimde, o ülkede oy verme davranışına ne ölçüde etki etmiş sorusunu cevaplayabilmek. Yani bunların ağırlıklarını hesaplamaya çalışıyoruz. O yüzden, bu modelin sıklıkla eleştirildiği bir konu, "ya herkes bu şekilde oy vermiyor..." Pek tabii ki herkes o şekilde oy vermiyor. Yani nasıl bizim memlekette bütün muhafazakârlar iktidar partisine oy vermiyorsa veya, ne bileyim, bütün seküler insanlar Cumhuriyet Halk Partisi'ne oy vermiyorsa, aynı şekilde hükümetin diyelim ki Kürt açılımı konusundaki tavrını beğenmeyenler de illa ki gidip muhalefete oy vermeyebiliyor. Fakat, kişilerin konular arasındaki öncelik sıralamaları -bu konulara verdikleri ağırlıklar- farklılık gösterebiliyor.
T.E: Siz aslında seçmenler en önemli buldukları konuda oy vermiyorlar yalnızca dediniz ama ben Türkiye'de yakında gireceğimiz yoğun seçim dönemiyle ilgili bir soru sormak istiyorum. Önümüzdeki seçimlerde Türkiye'de yalnızca o konuda oy vermeyecekler ama Türkiye'de hangi konular seçmen davranışını belirlerken daha önemli olabilir sizce?
M.M: Vallahi çok güzel soru. Cevabım; bilmiyorum. Niye? Çünkü henüz kampanya dönemi başlamadı. Genellikle hangi siyasaların ön plana çıkacağı, siyasal iletişimcilerin, parti elitlerinin, aktivistlerin, parti liderlerinin, adayların konuşmalarını dinledikçe ortaya çıkıyor. Şu anda spekülasyon yapmamız gerekirse, seçmenlerin diğerlerine nazaran daha önemli bulduğu konuların neler olduğunu biliyoruz, fakat partiler veya Cumhurbaşkanı adayları kendi stratejileri gereği bunları ön plana çıkaracaklar mı, işin doğrusu, bunu pek bilmiyoruz. Niye? İlk etapta çok önemli bulunan konular, konu temelli oy verme davranışında her partiyi birbirlerine nazaran ve eşit derecede seçilebilir kılan konular olmayabilirler. Ne demek bu? Şu demek: Mesela, bu konular ya da siyasalar 2011 seçimleri için Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu’nun önderliğinde gerçekleştirilen Türkiye seçim çalışmalarında sorulmaya başlandı ilk olarak. Bir takım sorular özelinde, o zaman mesela bir aile sigortası tartışılageliyordu, partilerin birbirlerinden çok farklı algılanmadığını gördük. Nitekim, partilerin seçim beyannamelerine, manifestolarına baktığınızda, bir tanesi, işte o zamanın parası -o da beni bir sonraki konuya getirecek, enflasyona konusuna- 250 TL gibi bir aylık ödeme yapılmasından bahsediliyordu. Diğer parti diyor ki hayır 250 TL değil 350 TL verelim. Bir diğeri diyor ki hayır 350 TL değil 400 TL verelim. Şimdi burada bütün partiler aile sigortasını bir siyasa çözümü olarak öne sürüyorlarsa, bunlar birbirlerinden kolay kolay ayırt edilemezler anlamına geliyor bu. Yani biraz evvel söylediğim gibi, bir siyasanın bir pro, bir de anti veya bir pozitif bir de negatif tarafı olmalı derken, bazı konuların böyle olmadığının altını çizmek gerekiyor. Bunlara valence konular deniyor. Burada seçmen daha ehil gördüğü, o siyasa, o politika konusunda daha iyi bir çözüm getirebileceğini düşündüğü partiye oy verme temayülünde.
Bunun yanında bir başka problem daha var partiler için, o da partilerin hem bazı konuların çözümü konusunda daha ehil görünmeyebilecekleri, hem de partiler, çok güzel bir tabir vardır, ideolojilerinin tutsağı olmuş durumdalar bazı konularda. Yani mesela seküler bir partinin -Türkiye'deki sol-sağ biraz daha sosyal, liberallik- sosyal muhafazakarlık veya sekülerlik ve İslami muhafazakarlık gibi ayrılır- başka bir siyasa konusunda ideolojik tutumu üzerinden muhafazakâr olarak nitelendirdiğmiz bir partinin söyleyebileceği bir şeyi söyleyememesi anlamına geliyor bu. Dolayısıyla, öyle bir konuda seküler bir parti belirli bir siyasa önerisi sunmaktan çekinebilir, imtina edebilir. Dolayısıyla her partinin konumu o kadar açık değil.
Çok kıymetli bir sosyal bilimci var Amerika'da Zeynep Somer-Topçu. Zeynep Hoca bir makalesinde, büyük partilerin özellikle çeşitli siyasalar konusunda veya ideolojik olarak konumlarını bulanıklaştırdığı ve bu sayede daha çok seçmene hitap edebilme gayretinde olduğu ve bunun hakikaten bu partilere seçimin sonunda daha fazla oy olarak, oy desteği olarak geri döndüğünü söyler. Yani, her parti birbirinden ayırt edilebilirdir ve bunlar için her konu aynı derecede önemlidir dememek gerekiyor. 2011’de biz bu soruları ilk defa sorduğumuzda bazı konularda partiler arasında bir varyans görmedik; gözlemlemedik. Ondan sonra soruları daha çok çeşitlendirmeye gayret ettik.
Şimdi pek tabii ki bu seçimde en önemli konu, memleketin makroekonomik durumu sebebiyle iktisat olacak. Bunun dışında Altılı Masanın kurulma gayesi olan, daha demokratik standartlara geçiş, yargı bağımsızlığı, güçler ayrılığı, sivil haklar ve özgürlüklerin tesis edilmesi ve güçlendirilmesi, başkanlık sisteminden parlamenter sisteme yavaş da olsa bir geri dönüş gibi çeşitli siyasa alanları var. Bunlar dışında tabii ki çok şikâyet edilen yolsuzluklarla ilgili birtakım konular var. Suriyeli göçmenler konusu var. Fakat, dediğim gibi bunlar en önemli sorun sizce nedir sorusuna verilen cevaplar üzerinden gözlemlediğimiz konular; partiler ne diyecekler bu konularda, adaylar ne diyecekler bu konularda? Onları da değerlendirdikten sonra ve çok terimli regresyon analizlerinden sonra biz şunu söyleyebilir hale geleceğiz: Seçmenler bu seçimde şu, şu, şu konular temelinde oy vermişlerdir; diğer konuların bunlara nazaran oy verme davranışına etkileri görece daha azdır gibi bir çıkarım yapabileceğiz. O da daha az siyasal iletişim, daha çok siyaset bilimi, hatta akademik perspektiften seçmen davranışı, karşılaştırmalı seçmen davranışı çalışanların çalışma konusu...
T.E: Mert Hocam, aydınlatıcı sohbetiniz ve değerlendirmeleriniz için çok teşekkür ederiz.
M.M: Ben çok teşekkür ederim, Tuğçe Hocam. Bir şey ekleyebilir miyim müsaadenizle, otuz saniye kadar. Burada biraz evvel şey dedik. Seçmenlerin başka birtakım değerlendirmeleri konu temelli tercihlerinin önüne geçebilir... Buna dair hali hazırda bir doktora öğrencim Şeyma Topçu ile devam eden bir çalışmamız da şunu gösteriyoruz biz. Benim doktora tez konum da buydu. Bu kadar kutuplaşmış ortamlarda, Türkiye gibi, seçmenlerin daha önceden oluştuğunu bildiğimiz birtakım başka özellikleri -ki en başta partizan aidiyetleri ve bunun kuvveti geliyor- duygulanımsal, duygusal kutuplaşmanın bu kadar yüksek olduğu yerlerde, ilk etapta seçmenler parti gözlüklerini gözlerine taktıkları için, seçmenlerin ekonomiye dair daha sonra oluşan algıları, işte efendime söyleyeyim, çeşitli, biraz evvel söylediğim gibi demokratikleşmeye dair, başkanlık sistemine dair algıları ve tercihleri kendi partizan aidiyetleri tarafından şekillendiriliyor. Dolayısıyla, kutuplaşmanın bu kadar yüksek olduğu ülkelerde, Türkiye gibi, konu temelli oy verme davranışının daha az gözlemlenebilir olduğunu ve oy verme davranışına dair tahminlerimizin giderek daha isabetli olduğu ve bunu yaparken de partizan aidiyetin giderek daha etkili hale geldiği öne sürülüyor.
Bu konuda ben 2018 yılında Exeter Üniversitesi’nden meslektaşım Andrei Zhirnov ile bir makale yayınlamıştım. Kutuplaşmanın bizimki kadar yüksek olduğu ülkelerde, seçmenlerin seçime girme yeterliliği olan, atıyorum on bir parti içerisinden hepsini aynı derecede değerlendirip değerlendirmediği temelinde, hesapladığımız "tercih kümelerinin" giderek daraldığını ve seçmenlerin tercihlerini kendi kale aldıkları, dikkate aldıkları bir-iki parti temelinde yaptıkları ortaya çıkıyor. O durumda da zaten siyasa önerileri daha az önemli hale geliyor. Partizan aidiyetler veya partizan aidiyetlerle artık eş anlamlı hale gelmiş başka aidiyetler -örneğin etnik aidiyetler- seçmenlerin davranışını tartışılan siyasa önerilerine, konulara nazaran çok daha fazla etkiler hale geliyor. Bunun da altını çizmek istedim...
T.E: Aslında biraz daha kutuplaşma gibi bağlamsal etkilerin ve ileride karşılaşacağımız kampanya içeriğinin de önemini, en azından yansımasını bu seçim döneminde göreceğiz. Değerli vaktiniz için çok teşekkür ediyoruz Mert Bey.
M.M: Ben çok teşekkür ederim nazik davetiniz için. Umarım faydalı olmuştur dinleyenlere de.
T.E: Ağzınıza sağlık. “Seçmen Ne İster?“ serimizin bu bölümünün sonlandırıyoruz. Yeni konuklarımızla ve bölümlerimizle devam edeceğiz. Herkese iyi günler dilerim.
Meraklısına Önerilen Okumalar:
Adams, J.F., Merrill, S. & Grofman, B. (2005). A unified theory of party competition: A Cross-national analysis in integrating spatial and behavioral factors. New York: Cambridge University Press.
Black, D. (1948). On the rationale of group decision-making. Journal of Political Economy, 56 (1): 23-34.
Downs, A. (1957). An Economic Theory of Democracy. New York, New York: Harper and Row.
Hotelling, H. (1929). Stability in Competition. Economic Journal, 39 (153): 41-57.
Moral, M. & Andrei Z. (2018). Issue voting as a constrained choice problem. American Journal of Political Science, 62 (2): 280–295.
Rabinowitz, G. & Macdonald, S.E. (1989). A directional theory of issue voting. American Political Science Review, 83(1): 93–121.
Topçu, Ş. & Moral. M. (2021). When policies become irrelevant: On the effects of polarized attitudes on vote switching. 11th Annual Meeting of the European Political Science Association.