Toplumsal Kırılmalar ve Oy Verme Davranışı



Ersin Kalaycıoğlu, Sabancı Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü


Tuğçe Erçetin: Merhaba, ben Tuğçe Erçetin. “Seçmen Ne İster?“ podcast serisine hoş geldiniz. Bugün serimize Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Sayın Hocamız Ersin Kalaycıoğlu ile devam ediyoruz. Hocam, hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoşbulduk, iyi günler dilerim.

T.E: Hocam, bildiğiniz gibi bugün sizinle “Toplumsal Kırılmalar ve Oy Verme Davranışı“ üzerine konuşacağız. İsterseniz öncelikle şöyle sorayım, toplumsal kırılmalar derken bizim neyi anlamamız gerekiyor?

E.K: Şimdi 1960’ların başlarında iki tane siyaset sosyoloğu Stein Rokkan ve Seymour Martin Lipset bir öneride bulundular. Dediler ki bütün toplumlar sosyal ayrıklarla, cleavage İngilizcesi, ayrılmıştır ve zaman içerisinde bunlar toplumun gelişmesiyle birlikte farklılıklar gösterir. Avrupa, özellikle Batı Avrupa için yapmış oldukları bir çözümleme bu. Onu ayrıntılı bir şekilde sundular, incelemiş oldukları toplumların merkezle kenar arasında bir ayrıma sahip olduğunu, aynı zamanda kiliseyle sekülerler arasında bir ayrım olduğunu ve kilise-devlet ayrımı şekline de dönüşebildiğini, onun ötesinde zamanla toplumsal sınıfların daha berrak veya billur hale geldiğini, sanayi devrimiyle birlikte çeşitli ve birbiriyle çatışan sınıfsal çıkarlar çıktığını ve bunlar üzerinden sosyal sınıflar olarak ayrıştığını, bazı toplumlarda kır ve kent kültürleri ve aynı zamanda kır ve kent sosyo-ekonomik öncelikleri açısından gayet istikrarlı ve farklı seçmen bloklarını oluşturacak şekilde ayrıştığını ifade ettiler. Türkiye'de bu ayrışmaların özellikle 1960’ların sonunda 70’lerin başında Şerif Mardin'in yazmış olduğu bir makale sonrasında öncelikle bir merkez-kenar ayrımı olarak belirdiği, Osmanlı İmparatorluğu'nda bir merkezin bulunduğu, bu merkezin özellikle payitahtta  İstanbul’da ve onun yakınlarında mevcut olan, büyük ölçüde güç kullanan, iktidarın hemen hemen tamamını elinde bulunduran, vergi vermeyen, eğer görevi gereği değilse askerlik yapmayan, üretimde bulunmayan ama toplumu yönetme veya toplum için geçerli olan bağlayıcı kararları alma ve uygulama yeteneğine sahip bir üst zümrenin bulunduğu önermesi kabul gördü;. Bir de bunun dışında çeşitli bakımlardan farklı özelliklere ayrışmış ama bir araya gelip birleşemeyen bütünleşemeyen bir kenarın mevcut olduğunu, bu kenarın türdeş olmaktan çok uzak olduğunu, merkezin ise aynı kültürü paylaşan bir türdeşlikte olduğunu, böyle bir ayrışmanın Osmanlı siyasal hayatını da Cumhuriyet'in ilk elli senesindeki gelişmeleri de açıklayabilecek bir anahtar olduğunu ileri sürmüştü. Bu kuramsal çerçeve genel kabul gördü ancak burada dikkati çekmesi gereken başka hususların da olduğu zaman itibariyle daha ön plana çıktı. Özellikle Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte iki konuda önemli gelişmeler olduğu dikkat çekici bir hale geldi. Bunlardan bir tanesi etnik kimlik farklılıkları. Özellikle Kürt milliyetçileri ile toplumun geri kalanı arasında bir ayrışmanın oluştuğu gözlemlendi. Kürt milliyetçilerinin başı çektiği bir  siyasal pozisyonla ve buna destek veren bir seçmen bloğuyla bunun dışında kalanların oluşturduğu ve öbür uçta da Türk etnik milliyetçiliğinin  konuşlandığı bir pozisyonun etrafına toplanan seçmen kitlelerinin oluşturduğu iki bloğun giderek siyasal hayatta daha etkin hale geldiği gözlemlendi. Bunun yanı sıra aynı zamanda 1500’lü yılların başında başlamış olan mezhep ayrılıkları özellikle Alevi ve Sünni mutekitler arasındaki farklılıklar ve bu farklılıkların zaman zaman gün yüzüne çıkan biçimlerinin de seçmen üzerinde etkili olmaya devam ettiği;daha da ayrıştırıcı bir hale geldiği ve bunun ötesinde Sünni mutekitlerle sekülerler arasında, yani dünyevi olayları, dünyevi nedenler etrafında düşünen ve ona göre algılayan ve yaşamlarını kutsalı reddetmemekle beraber daha çok dünyevi düşünceler üzerine inşa etmiş olanların ayrımı ön plana çıkıyormuş gibi gözüktü. Dolayısıyla, kültürel esaslarda toplumun bayağı derin olabilecek yarıklarla ayrıldığı ve bu ayrışmanın aynı zamanda seçimlerde etkili hale geldiği ve seçmen davranışı üzerinde etkili olabildiği gözükmeye başladı. Buna karşılık Soğuk Savaş döneminde daha fazla dikkati çekmiş olan sosyo-ekonomik ayrılıklar o derece önemli değilmiş gibi görülmeye başlandı. Soğuk Savaş dönemindeki araştırmalarda da sosyal sınıf temelli açıklamaların seçmenin davranışını belirlemekte çok da etkili olmadığı saptanmıştı. Dolayısıyla, burada acaba bu yeni ortamda açıklayıcı unsurlar bir ölçüde farklılaşmış sosyo-ekonomik temelden daha çok kültürel bir temele, kültürel ayrıklar ve onlar üzerinden bir çatışma temeline mi dönmüştür diye bizi düşünceye itti. Bu konuda araştırma yapanları ve dolayısıyla toplanan verilerin, yapılan istatistiksel analizinde sosyo-ekonomik farklılıkların önemsiz olmadığı ancak sosyal sınıf olarak tanımlanan ve özellikle Avrupa'daki Marksist gelenekten gelen sınıfsal ayrımların sanki Türkiye'deki ortama pek uygun olmadığı gibi bir görüntü oluştu. Bunun üzerine daha yakından baktığımızda özellikle Halil İnalcık'ın 1964senesinde yayınlanan Türkiye Japonya karşılaştırılması üzerine Princeton Üniversitesi’nden çıkmış olan Political Modernization in Japan and Turkey kitabındaki “Turkey” makalesinde vurguladığı, bir toplumsal olgunun sosyal sınıfları tanımlama ve ölçmede daha etkili olabileceği göz önünde bulundurulmaya başladım. Orada Halil İnancık, Osmanlı'da iki tane sınıfın olduğunu, bunlardan bir tanesinin Şerif Bey'in tanımındaki gibi daha çok üretimde bulunmayan, yönetimde bulunan, vergi vermeyen, görevi gereği olmazsa askerlik yapmayan bir sınıf olduğunu ki  bunu askeri sınıf olarak tanımlıyor, Halil bey. Bir askeri sınıfın mevcut olduğunu, bir de bunun dışında üretimde bulunan, vergi veren ve aynı zamanda özellikle savaş dönemlerinde askere alınarak fiilen savaşan bir reaya sınıfının olduğunu ileri sürüyor. Dolayısıyla, iki sınıf var; reaya ve askeri. Askeri sınıfın içerisine ilmiye sınıfını da dahil ediyor Halil Bey. Temel itibariyle bunlar da iktidarın bir parçasıdır ve güç kullanırlar diyor ve dolayısıyla bu şekilde bir toplumsal tabakalanma yapısı olduğunu iddia ediyor. Bundan hareketle 2010’dan itibaren yapmış olduğumuz çözümlemelerde bu tür bir farklılaşmayı gösterebilecek bazı ipuçlarının saha taramalarında ortaya çıkabildiğini gördük. Burada insanların bizim yapmış olduğumuz araştırma sırasında sorduğumuz sorular arasında şu anda herhangi bir işiniz var mı diye bir soru bulunuyor. Deneklerin  hemen hemen %40 kadarının herhangi bir işi olmadığıgibi geçmişte de bir işlerinin olmadığını ve hayatları boyunca herhangi bir işte kazanç karşılığı çalışmadığını, yani sürekli düzenli kazanç temin eden bir işlerinin hiçbir zaman olmadığını saptadık. Dolayısıyla, bu açıdan bakacak olursanız, Halil Bey'in önerdiği türden bir formülasyonun bir parçasıymış gibi gözüken bir sınıfsal yapının belki mevcut olabileceği fikri üzerinden bir hipotez geliştirdik. Kent yoksulu olan kitlelerle, Herhangi bir işte kazanç karşılığı çalışmayan çok büyük çoğunluğu kentte yaşayan yoksul  kitlelerle, eğitimi, işi, mesleği olan %60 gibi bir kitleden oluşan iki katmanlı bir toplumsal tabakalanmanın mevcut olduğunu gözelmledik.. Bu şekilde iki sınıftan oluşan bir ayrışmanın herhangi bir açıklayıcı gücü olup olmadığına baktık ve burada böyle bir açıklayıcı gücün olduğunu saptadık. Dolayısıyla, 2002 ile 2015 Kasım’ı arasında yapmış olduğumuz araştırmalar ve 2018 seçimi öncesinde yapmış olduğumuz araştırmalarda, derlemiş olduğumuz verileri  kullanarak yaptığımız istatistiksel çözümlemede diğer değişkenlerin etkileri kontrol altına alınsa bile bu sosyla sınıf değişkeninin özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi'ne oy veren seçmen kitleler açısından açıklayıcı bir özelliği olduğunu saptadık. Dolayısıyla, bir, bu şekilde ifade edilen, iki sosyal sınıflı bir toplumsal yapının siyasal davranışı açıklayıcı gücü olduğu görülüyor.  Özellikle 1950’de başlayan 80’lerde büyük ivme kazanan ve kır nüfusun büyük ölçüde kentlere toplanmasıyla sonuçlanan büyük bir toplumsal hareketliliğin bir sonucu olarak böyle bir sınıfsal yapının güçlendiği ve bunun da bir önemli toplumsal ayrım olarak göz önünde bulundurulması gerektiğini önermekteyiz, sonuç itibariyle bu son ayrım daha çok sosyo-ekonomik bir ayrım, diğer ayrımlar ise kültürel birer ayrım. Bunlar birbiriyle yarışmıyor. Birbiriyle bir ölçüde örtüşüyor ve birbirinin etkilerini daha da derinleştiriyor, daha da güçlendiriyor ve bunun üzerinden Türkiye'deki siyasal hayatı oluşturan bir temel altyapı ortaya çıkmış oluyor. Bu altyapıyı kullanan politikacılar özellikle bu ayrılıkları göz önünde bulundurmak suretiyle seçtikleri çeşitli simgeler, kültürel memler vasıtasıyla mesaj yayabiliyorlar ve bu mesajlarla seçmeni hareketlendirip kendilerine destek temin etmek için sandığa yöneltebiliyorlar ve bunun sonucunda aynı zamanda toplumu gayet anlaşılabilir bir şekilde farklı seçmen bloklarına bölüp yönetebiliyorlar. Böl-yönet politikası zaten çok eski bir politikadır. Yeni bir tarafı yok ama bunu en mahir şekilde kullananlar bu politikadan en fazla getiriyi elde ederek iktidarlarını kurma ve pekiştirme başarısı gösteriyorlar. Dolayısıyla, Türkiye'de kültür üzerinden ayrışma ve bu ayrışmayı kullanarak ötekileştirme, düşmanlaştırma ve çatıştırma esaslı bir siyasal hayat yaşanmakt ve siyasal oyun oynanmaktadır diyebiliriz. Bunu ifade eden Almancada güzel bir kavram var, Almanca kültürel farklar üzerinden mücadeleyekulturkampf deniyor. Türkiye bir kulturkampf yaşayan ülke durumunda. Dolayısıyla, çeşitli kültürel simgeler ve çeşitli kültürel memler etrafında dönmekte olan bir siyasal mücadele, şu anda Türkiye'nin en belirgin siyasal özelliğini oluşturuyor, özellikle seçimler ve siyasal katılma açısından.

T.E: Hocam, siz söylediniz, 2023 seçimlerine gelmeden önce biraz daha derinleştirmek istiyorum. Yani kültürel ve sosyoekonomik ayrımların birbiriyle yarışmadığını ve aslında birbirinin etkilerini derinleştirdiğini söylediniz. 2023 seçimlerinden önce şunu da sormak istiyorum, peki, hangi toplumsal kırılmalar seçmen davranışı üzerinde daha baskın oluyor? Yani sosyo-kültürel ayrımların daha da derinleştirdiğini ve kitleyi buna göre mobilize ettiğini söyleyebilir miyiz bu bağlamda?

E.K: Şimdi bugüne kadar bunlar etkiliydi ve bugün de kullanılmaya çalışılıyor. Yani son zamanlarda yapılan tam seçim kampanyası başlarken Cumhur İttifakı’nın yeniden düzenlenmeye çalışılması, belli bazı siyasal partilerin bu ittifaka alınmaya çalışılması gibi girişimler temel itibariyle bu kampanyanın daha çok din, Sünni simgeler, değerler, hassasiyetler üzerinden verilecek mesajlarla yapılacağı izlenimini doğurmakta. Yani ortaya bir Sünni mutekit ve onun karşısında seküler ve mezhep olarak da Sünni-Alevi farklılıklarının esas rol oynadığı bir çerçevenin çizileceği izlenimini doğuruyor. Dolayısıyla, bu söylemin artırılarak kullanılacağı ve bunun için önemli ölçüde sosyal medyanın, aynı zamanda ana akım medyanın kullanılacağı, basının kullanılacağı ve olabildiğince biz ve onlar diye bir böl-yönet stratejisi uygulanacağı ve bu biz tanımının içerisinde ağırlıklı olarak şeriatçılığa kadar varan Sünni mutekitlik değerleri  ve aynı zamanda onun karşısında seküler birtakım değerler konumlanrılmaya çalışılacak, burada olabildiğince karşı tarafı kışkırtmak, provoke etmek için çeşitli girişimlerin yapılacağı, açıklamaların yapılacağı ve orada infial yaratmak suretiyle onların tepki vermesi ve bu tepkiden de kendi seçmen kitlesine işte gördünüz mü bunların nitelikleri ortaya çıktı gibi kulturkampf’ı kuvvetlendirici ve oradaki bağları güçlendirici ve Adalet ve Kalkınma Partisi ve Cumhur İttifakı etrafında bu kitleyi toplayan, tutan bir mayanın oluşmasını sağlayıcı bir yaklaşım içerisine girileceğini söyleyebiliriz. Bunun ön görüntüleri var. Bu daha etkili bir şekilde kullanılacaktır. Zaten bugünkü sosyal medyaya bakarsanız benzer bir söylemi görebiliyorsunuz; işte Ayasofya'nın tekrar Cami olarak açılması, onun turistik öneminin azaltılması, örneğin bu vurgu yapılan unsurlardan bir tanesi haline gelmiş durumda ve sık sık dillendiriliyor. Bu dillendirilme devam edecek gibi gözüküyor ve bunun yanı sıra başörtüsü üzerinden referandum girişimi de söz konusu oldu. Bu girişim şu anda akamete uğramış gibi gözüküyor, pek başarılı olacakmış gibi gözükmüyor ama orada da benzer bir mesaj verilmeye çalışıldı. Belki başörtüsü simgesi artık eskisi kadar önemli, yakıcı bir simge değil ama bununla birlikte işte çeşitli kültürel simgeler üzerinden iletişim girişimleri özellikle eğitim konusunda sosyal medyada dolaşmakta. Ulemadan gözüken birtakım kişilerin açıklamaları, kadın hakları, kadın hakları konusunda İstanbul Sözleşmesi'nin ne kadar yaralayıcı olduğunun özetle vurgulanması ve bunun tekrar yürürlüğe konulmaması için çaba gösterilmesi gibi mesajlar şu anda görülebilen kültürel simge ve mem içerikli mesajlar. Yani bunların giderek artacağını ve giderek genel kitleye yayılacağını ve kullanılmakta daha etkili olacağını söyleyebilmek mümkün. Bunun yanı sıra, şu ana kadar görebildiğimiz unsurlardan bir diğeri de etnik milliyetçilik ve özellikle onunla bağlantılı olarak terör konusunun yine işleneceği mahiyetindeki söylemler, ama tabii şimdi HDP hakkında yapılan eleştiriler tam ve etkili bir yakıcılık seviyesine yükselemeden aynı zamanda Cumhur İttifakı'na Hüda Par'ın dahil edilmiş olması bunların ne derece etkin bir şekilde kullanılabileceğini sorgulatıyor en azından.  Orada da daha çok Kürt seçmen arasında Sünni değerlere önem veren ve bunların savunulması gerektiğini düşünen ve o yüzden Adalet ve Kalkınma Partisi'ne oy verme eğilimi içerisinde olabilecek kitleye hitap edecek bir girişim yapılmış olduğunu düşünmemiz mümkün Hüda Par'ın Cumhur İttifakı'na alınmasıyla. Dolayısıyla, orada bir Sünni mutekitlik, şeriatçılığa kadar varan bir şekilde sanki gün yüzüne çıkartılıyormuş ve seçmenin bunun etrafında toplanması için bir çaba gösterilecekmiş gibi bir izlenim söz konusu. Onun için bu temelde gerek  din üzerinden, gerek mezhep üzerinden yapılacak olan ayrıştırıcı söylemlerin Cumhur İttifakı sözcüleri tarafından artarak kullanılacağını düşünmek mümkün. Fakat, öbür tarafta tabii birkaç tane önemli olgu daha var. Bir kere Cumhur İttifakı'nın iktidarda bulunduğu beş yıllık dönem uzun bir dönem. Bu dönem sonucunda ekonomik bakımdan artan ölçüde yoksullaşma, gelir dağılımı bozulması ve pahalılık ile birlikte ki enflasyon çok ağır bir vergidir, geniş kitlelerin giderek daha ağır ekonomik koşullarla karşı karşıya kalması sonucu ortaya çıktı ve bunun iktidardaki partiler tarafından düzeltilebilme şansının olmadığı gayet açık gözüküyor, bu aşamada. Onun için seçmenin dikkatini çekmemesi mümkün değil. Bunun bir etkisi mutlaka olacaktır. Aynı zamanda deprem, depremin yaratmış olduğu etki son derece büyük, depremde hükümetin ne derece etkili olduğu, olamadığı tartışılma durumunda ve bu tartışmaların azalmadan süreceğini öngörebilmek mümkün. Depremle birlikte ortaya çıkan Kızılay'ın, AFAD’ın durumu, bunların yaptığı uygulamaların ne kadar hukuka uygun ne kadar usulsüz olup olmadığı tartışmaları ki genelde bir artan yolsuzluk algısı var. Bu aynı zamanda Transparency International’ın yapmış olduğu uluslararası karşılaştırmalara da yansıyor. Türkiye'nin yolsuzluk algısının son beş yılda daha kötüye gittiği ve bunun uluslararası karşılaştırmalarda da görüldüğü göze çarpmakta. Aynı zamanda büyük ölçüde bu tür haberlerin yayılmasını engellemek için RTÜK gibi kuruluşların kullanılması suretiyle de sansür uygulanması, yasakların artması, mahkeme kararıyla birtakım soruşturmalarda yayın yasağı getirilmesine daha sık rastlanılması, özellikle özgürlüklerin bilhassa basın ve medya özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün baskı altına alınmış olması, bunların da göz önünde bulundurulmaması mümkün değil. Dolayısıyla, onların da etkisi var ve daha sonra özellikle yine Kızılay ve AFAD başta olmak üzere ama Büyük Millet Meclisi olsun, Ordu olsun aynı zamanda Merkez Bankası olsun kurumların yozlaşması, bozulması, erozyona uğraması yine medyada çok sık görülen ve sık tartışılan unsurlardan. Bunlara ben 4Y sorunlar sarmalı diyorum; yani, yoksulluk, yolsuzluklar, yasaklar ve yozlaşma, özellikle kurumsal yozlaşma (bozulma, çürüme). Bunların da gündemde yer aldığı ve bunların da tartışılacağı bir ortama doğru gitmekteyiz. Şimdi bu 4Y’nin tartışılmasını hükümet olabildiğince engellemek için özellikle kulturkampfı ve oradaki kültür çatışmasını adeta bir kültür savaşına dönüştürmek gibi bir strateji izleyecekmiş izlenimi veriyor. Bunun ne kadar barışçıl bir içerikte olacağını zaman gösterecek. Umarım, burada çok aşırıya varılmaz ve Türkiye seçim ortamını olabildiğince barışçıl bir çerçevede yaşar, ama endişelerimiz olduğunu söylemek de herhalde abartı olmayacak.

T.E: Hocam, aslında belki şöyle özetlemek de sizin söylediğinizi mümkün olabilir. Yani hali hazırda ülkede var olan toplumsal kırılmaların yeni ittifak veya ittifak üyelerine eklendiğini, farklı değerler, simgeler ve hassasiyetlerle eklendiğini söylediniz ve bir yandan da sizin bahsettiğiniz farklı krizler var. Bunlar derinleşen yoksulluk veya deprem özelinde de düşünebiliriz. Bütün bunların Türkiye'deki var olan toplumsal kırılmalarla, krizlerin örtüşerek bir seçim dönemine ve seçmeni etkileyeceğini söylüyorsunuz. Umarım böyle çok kısa naçizane bir özet gibi oldu. Belki eklemek istediğiniz bir şey varsa tabii...

E.K: Yani orada tam üst üste oturmuyor bunlar. Bunların birbirleriyle yarışması söz konusu. Şöyle ki belli bir kamp tamamıyla bu etkilerden vareste tutulabilecek durumda değil. Yani o kampların içinde bulunan geniş kitleler de bundan etkilendi. Şimdi buradaki etkilenmenin ne şekilde yönetileceği sorunuyla karşı karşıya özellikle iktidar bloku. Yani bu yoksulluğun, yolsuzluğun, yasakların anlatımı bunların vukuu değil de şüyuu eski tabiriyle nasıl bir şayiaya sebep olacağı, bunların ne olduğu, kimler tarafından üretildiğinin anlatılması ve seçmene benimsetilmesi kritik rol oynayacaktır. Birincisi, hükümet bütün yetkiler elinde olmasına karşın, bir de 2017’den sonra geliştirilmiş olan hükümeti tek bir kişinin her türlü siyasal kararı şahsi takdiriyle vermesine indirgeten  bir siyasal rejimimiz var. Bu Sultanizm özellikleri gösteren bir rejim siyaset sosyolojisine göre. Dolayısıyla, burada bütün yetki özellikle Cumhurbaşkanı’nda toplanmış durumda ama hiç sorumluluğu yok ve dolayısıyla kendisinin ve iktidarının sorumlu tutulamaması için elinden geleni yapacak bir yaklaşım içerisinde olmak, dolayısıyla, olanları anlatmak için birtakım simgeleri, inançları kullanmak yoluna gidiliyor, örneğin, depremde olanları bir kader planıyla açıklanmaya çalışılıyor hükümet. Yani bu insanların kaderinde varmış, zaten öleceklermiş, dolayısıyla öldüler, yapılacak bir şey yok şeklinde bir açıklama. Şimdi bu ne kadar o depremi yaşayan on bir ildeki insanları tatmin edecektir? O on bir ilde Adalet ve Kalkınma Partisi'ne veya Cumhur İttifakına oy verme eğilimi içerisinde olan seçmeni tatmin edecektir, göreceğiz. Şu aşamada bunun çok başarılı olacağını söylemek pek mümkün değilmiş gibi gözüküyor, çünkü insanlar büyük acılar çektiler ve aynı zamanda daha iyi yapılmış olan evlerde, zemini daha iyi olan konutlarda, yıkılmaların çok az olduğu, dolayısıyla burada imar mevzuatının iyi uygulanması veya uygulanmaması konusunda bir tercihin önemli sonuçları olabileceğini, pek de kaderle ilgili olmayan bir şekilde geröekleştiğini fiilen yaşayarak gördüler. Dolayısıyla, bu kadercilik söyleminin  ne ölçüde ve şekilde etki edeceği zaman itibariyle görülecek. Onun ötesinde, iktisat konusunda hükümetin ortaya koyduğu iddialar, yaptıkları ve sonuçlar ortada; bu yapılanlar pek de  çalışmıyormuş gibi gözüküyor, yani çalışmadığı gayet açık ortada. Bunun için ortaya sürülen mazeretler işte faiz lobisi, dış güçler vesaire çok geniş kitleleri inandırmakta bir dönem etkili olsa da artık o kadar etkili değil. Bunun izlerini de görebilmek mümkün. Hem günlük tartışmalardan hem sosyal medya mesajlarından hem kamuoyu araştırmalarının hepsini topluca ele alırsanız, onların gösterdiklerinden görebilmek mümkün. Dolayısıyla, ortada daha karmaşık bir manzara var ve o manzaranın ortaya çıkarttığı sonuç sanki bu kulturkampfın eskisi kadar etkili olmayabileceği izlenimini doğuruyor. Tabii, bu etki sürecektir çünkü bunun üretmiş olduğu bir parti tutma olgusu var. Bu kültürel kökenler, insanlar büyürken küçük yaşlardan itibaren onların belli siyasal partileri tutmasına imkân veriyor veya o yönde onları teşvik ediyor. Bu konuda fazla araştırma yapamadık. Millî Eğitim Bakanlığı pek izin vermiyor, bu araştırmaların yapılmasına ama 1980’lerin başında Ali Yaşar Sarıbay ile beraber böyle bir çalışmayı Bursa'da yapmıştık. Oradaki görüntü 11-12 yaşındaki öğrencilerin yarısına yakınının parti tutmaya başlamış olduğunu gösteriyordu. Bu olabildiğince yüksek bir oran çünkü, unutmayın ki 1980’lerin başında siyasi partileri askeri hükümet kapattı ve yeni partiler kuruldu, ona rağmen bu oran bu düzeyde. Bu oranın şimdilerde daha artmış olması gerekir, çünkü şu anda uzun süreli işlevde bulunmakta olan siyasi partiler var. 1984-85’te yoktu. Dolayısıyla, bütün partiler 1981 sonunda kapatılmıştı. Yeni yeni başka partiler kuruluyordu ve bunlara yönelim henüz daha çok yeniydi ve özellikle anne babaların kafaları karışıktı. O ortamda ilkokul son sınıf öğencilerinin %40’ının parti tutmakta olduğunu bulduk. Dolayısıyla, bugünün koşullarında bu oranın  daha yüksek olması lazım. En azından üçte ikisi gibi düşünmemiz gerekir diye varsayıyorum ve bu parti tutma olgusu çok yoğun ve çok kuvvetli bir şekilde sürüyorsa, o zaman tabii bu karşılaşılan çeşitli krizlerin anlatımı için mazeret aramakta olan seçmene bu mazeretler daha çekici gelebilir. Çünkü onlar tutmakta oldukları partiyi değiştirmek istemeyeceklerdir ve karşı karşıya oldukları durumu kendilerine açıklayabilecek ve onları ikna edebilecek çeşitli mazeretler aramaktadırlar. Buna zaten sosyal psikoloji literatüründe bilişsel uyumsuzluk adı veriliyor, cognitive dissonance. 1950’lerde Leon Festinger’in önermiş olduğu bir kavram veya bir teori temel itibariyle. İnsanlar çok sıkı inanmış oldukları hususlarda eğer gerçeklerle inançları  arasında bir çelişki görürlerse, bu fikirlerini değiştirmek yerine gerçeği kabullenmemek, önce inkâr etmek, sonra o gerçeğin kendi düşünceleri ve kendilerinin sarılmış oldukları neredeyse iman etmiş oldukları düşünceleri değiştirmeyecek şekilde yorumlama yoluna saptıklarını söylüyor. Dolayısıyla, böyle bir sürecin şu anda geniş bir kitle için geçerli olduğunu görebilmek de mümkün. Onun için bu etkiler hep aynı yönde gitmiyor, biraz farklı yönlere insanları çekiyor. Dolayısıyla, Adalet ve Kalkınma Partisi ve liderinin çok iyi bir yönetim yaptığını düşünenler cüzdanlarına baktıklarında birdenbire ortaya farklı bir manzaranın çıktığını görüp bu inançlarını korumak için bazı yeni oldukça ilginç açıklamalar peşine koşacaklardır diye düşünmekteyim. Onun için çok komplo teorisi var etrafta duymakta olduğumuz ve bunlara inanarak kendilerinin o odak değerlerini, sahip oldukları ve kökleşmiş düşüncelerini, katılaşmış görüşlerini kolay kolay terk etmeyi düşünmeyecekler, ona göre oylarını da pek değiştirmeyeceklermiş gibi gözüküyor. Bütün bunlara rağmen bu kitle, öyle zannediyorum ki, gerek Adalet ve Kalkınma Partisi’ni gerek Cumhur İttifakını destekleyenler içerisinde çoğunluk oluşturmuyor. Dolayısıyla, %35-40 gibi bir seçmen oranına sahipti AKP 2015 ve 2018 seçimlerinde, çok sıkı parti tutanların bu oranın yarısı ve belki de daha azı gibi bir durumda olduğunu düşünmek mümkün. Geri kalan yarısı daha ciddi bir sorunla karşı karşıya. Büyük ölçüde çeşitli krizlerin e3tkisi altında ve bu krizlerin çözümünü inançları o kadar güçlü olmadığı için farklı alternatifler arayarak çözme peşindeler. Onun için bir değişim ortamındayız. Yani bunu kabul etmek gerekiyor ama bu değişimin ne kadar güçlü, ne kadar hızlı, ne kadar demokrasi yönünde olacağını zaman gösterecek.

T.E: Sevgili Ersin Hocam, gerçekten aydınlatıcı sohbetiniz ve değerli vaktiniz için çok teşekkür ederiz.

E.K: Rica ederim, ben de size başarılar dilerim.

T.E: “Seçmen Ne İster?“ serimizin bu bölümünü sonlandırıyoruz. Yeni konuklarımızla tartışmalarımız devam edecek, herkese iyi günler dilerim.


Meraklısına Önerilen Okumalar:

Çarkoğlu, A. & Kalaycıoğlu, E. (2007). Turkish Democracy Today: Elections, Participation and Stability in an Islamic Society, London: I. B. Tauris.


Çarkoğlu, A. & Kalaycıoğlu, E. (2021). Fragile but Resilient? Turkish Electoral Dynamics 2002 – 2015, Ann Arbor, Michigan: University of Michigan Press.


Çarkoğlu, A. & Kalaycıoğlu, E. (2022). (der.). Elections and Public Opinion in Turkey: Through the Prism of the 2018 Elections, New York, London: Routledge.


Kalaycıoğlu, E. (1994). Elections and party preferences in Turkey: Changes and continuities in the 1990sç Comparative Political Studies, 27(3), 402-424.


Kalaycıoğlu, E. (1999). The shaping of party preferences in Turkey: Coping with the post cold war era. New Perspectives on Turkey, 27, 47-76.


Kalaycıoğlu, E. (2008). Attitudinal orientation to party organizations in Turkey in the 2000s. Turkish Studies, 9(2), 297–316.


Kalaycıoğlu, E. (2012). Kulturkampf  in Turkey: The constitutional referendum of 12 September 2010. South European Society and Politics, 17(1), 1 – 22.


Kalaycıoğlu, E. (2015). Turkish popular presidential elections:  Deepening legitimacy issues and looming regime change. South European Society and Politics.


Kalaycıoğlu, E. (2018). Twoo elections and a political regime in crisis: Turkish politics at the crossroads,” Southeast European and Black Sea Studies, 18(1), 21- 51. 


 Kalaycıoğlu, E. (2019). “Elections, parties and the party system, in Özerdem, A. and Whiting, M. (eds.) The Routledge Handbook of Turkish Politics, (London and New York: Routledge, 2019) içinde: 83 – 102.


Kalaycıoğlu, E. (2022). Kültürel Kimliklerin Ürettiği Ayrıklar ve Siyaset. İstanbul: TÜSİAD Yayınları.